6 Şubat 2009 Cuma

Doğum Günü Adası 2009

19 değil de 20 bir garip tabi.
Önümüzdeki 10 yıl, kaç yıldır buralarda süründüğümü anlatmak için 20'li sayılar telaffuz edeceğim. Hatta 12-13 yıl sürer bu, hemen 30 olmaz insan hani. Olur
mu?

Babam ben doğduğumda 28 yaşındaydı, ben doğmadan 8 yıl önce hayatı için neler düşünüyordu, geleceği nasıl görüyordu bilemem, tahmin bile edemem.


Bu -lafım sana sevgili miriam- yuvarlanıp giden acaip dünyada değil 8 yıl, 8 ay sonrası için bile tahminde bulunamadığımızdan -sevgili miriam- sadece aşağıda
maddeler halinde sıralanan durum tesbitlerini yapabiliyorum yine. (geçen sene için bkz. "19 is gay")

-Öncelikle, İstanbul'dayım artık.

-Evet.

-Okan Üniversitesi'nde.

-Fallout 3 şaşırtmadı.

-İzmir bir değişik artık.

-Oyungezer hala var.

-Bugün (6 şubat) aldığım kararla artık Moleskine değil, Arwey not defterlerini kullanıyorum, bunu da 19 içinde sayıyorum, paşa gönlüm.

-Fallout 3 rezaletti, şaşırtmadı.

-ÖSS yok artık, neydi o öyle?

-AKP hala iktidardı ama Taraf hala var.

-Taraf, iyi ki var.

-Paul Auster devam etti, bu adam ben buralardayken ölmemeli.

-İstanbul güzel, insanlar güzel ama İzmir'in vapurlarına "motor" diyorlar, kırıldım.

-Dur bak, simitçilere "gevrek" istiyorum deyince "İzmir'lisin abi" diyorlar, sonra mesela "Ben de Şırnak'lıyım" geliyor, "peki" dedim bir keresinde.

-Gevrek saçmaymış hakikaten, çiğdem bir nebze.

-Bu sene teşekkürler Okan Üniversitesi'nde bu sene tanıştığım tüm güzel insanlara gidiyor. Doğucan hariç.

-Doğucan kreş arkadaşım ya.

-Merve.Cansın.Hazal.(bu yazı yazılırken canlı bağlandılar, sevgiler)


Her yaşa bir şarkıyla son veriyoruz, bu sene Arab Strap'ten "The Night Before The Funeral" diyorum.
Ki duruma uygun.
Belki değil, olsun.

Too drunk and getting old.

6 Ocak 2009 Salı

Yeni Öyküler Adası

HATIRLIYORUM

Başlarken herşey normal gözüküyordu. Tepeden tırnağa normal, ortalama, lacivertin koyu tonlarında bir Beyoğlu akşamında başladı herşey. O kızdan yeni ayrılmıştım, burada anlatabilecek kadar ayrıntılı hatırlamıyorum, beni affetsin. Her yalnız kaldığımda yaptığım gibi sırtımı mekana dönüp sadece barmenle muhatap olabileceğim, her nedense İstanbul için lüks sayılan Avrupai barlardan birine girmiştim. Param vardı, barmen pek beklediğim gibi bir tavırla olmasa da daha fazla içmememi tavsiye edene kadar -ki buralarda genelde etmezler- fiyatı fazlaca abartılmış İrlanda birasından içebilirdim. Bir sandalye çekip barın önüne oturdum. En neşeli günüm olmadığı kesindi ama bulunduğum ortamı karartmıyordum; barmene gülümsedim, muhtemelen benimkinin 3 katı fiyata sahip cep telefonunda uzun bir mesaj yazdıktan sonra ilgisizce ne istediğimi sordu. "Guiness extra.." dedim, bu sırada barın önümde kalan kısmını elindeki kirli bezle silmekle meşguldü. Biramı istediğim gibi, üstünde fazla kalın olmayan ama yoğun bir köpük tabakasıyla önüme sürdü. Elimi bardağa götürürken sağ kolumun hafifçe çekildiğini hissettim. Biraz sağa seğirince iri yapılı bir adamın her nasılsa farkettirmeden yanımdaki sandalyeye yerleştiğini farkettim, kolumu çeken el de onun normalden büyük, güçlü eliydi. Gözucuyla barmene baktım, telefonunun ekranına kilitlenmiş, kafasını sallayarak gülümsüyordu gördüğü şeye. Doğrusu şuydu; ben barmenin telefonun ekranındaki birşeye güldüğünü sanmıştım.


...

3 Ocak 2009 Cumartesi

Yeni Yıl Adası 2009

Ey, iktidar sahibi delikanlılar! Silahsız adamı ensesinden vuran milliyetçi kahramanlar ve âşıkları! Memleketin vicdanına batırmaktan kanı pasına karışmış hançerleriyle caka satanlar! Yoldan çıkmış gençliği satırlarla hizaya getirmeye çalışanlar! Top tüfek kimdeyse onun yalakası olan babayiğitler! Sırtını bir yere dayamadı mı sesi çıkmayanlar! Ey gücü ancak kıstırıp linç etmeye yetenler! Ey bir üfürüşte bütün mangalları külsüz bırakanlar!

Türkiye’nin bütün sahte kahramanları, yeni yılınız kutlu olsun. Ayıp mayıp, öyle diyeceğim, verdi mi İsrail devleti yeni yıl hediyenizi elinize? Ha?

Aldırmıyorsunuz. Çünkü siz yeni yıla meni yıla aldırmazsınız. Dinimizde de yeri yok zaten. Hem zaten İsrail bunu hep yapmıyor mu? Hem zaten Filistinlilerinkine hayat mı denir de şimdi topluca katledilmeleri mühim bir mesele olsun... di mi?

Şanlı Türk basını!.. Yok. Şanlı olan orduydu. Basın neydi? Şerefli Türk basını! Ne kadar kızdınız ayol İsrail’e. Valla ben korktum oturduğum yerde.

E, ama “Türk şöyle yapar, Türk böyle yapar” demediniz? Ya siz, “Filistinli Müslüman kardeşlerimiz” için yüreği parçalananlar? Ay ne çok üzülüyorsunuz ne çok üzülüyorsunuz...

Umurunuzda değil hiçbirinizin. Olsa olsa İsrail devletinin suçlarıyla alâkası olmayan Yahudi düşmanlığınıza malzeme yaparsınız bunları.

Gelelim hayatın gerçeklerine. Neye yarıyor bir milyon bilmemkaç kişilik Türk ordusu? İlk elde, gerekirse bizim haddimizi bildirmeye. Orasını geçin. Kendi memleketinin gençlerini akın akın dağa çıkmaktan vazgeçireme, bunları dağa götürüyor diye bir tek adama gözünü dik, onu barındırırsan valla girer işgal ederim diye Suriye’nin kapısına dikil. Şahane. Bir dayılandık ne biçim korktular. Şerefli Türk basını anlatır masalını.

Zaten parçalanmış mahvolmuş bir ülkeye girip operasyon yapacağım diye dünyayı ayağa kaldır. Hiçbir sonuç vermeyeceğini bile bile, sırf milletin gazını almak için savaş havaları yarat. Şahane. Şerefli Türk basını yazar destanını.

Ey, dünyanın herhangi bir mesaj gönderilebilen bütün internet sitelerini Türk’ün gücü şusu busuyla işgal eden, bütün dünyaya hakaret eden Türk gençliği! Ne halt etmekle meşgulsün şu sırada? Filistinlilere yardım kampanyası sitelerini mi göçertiyorsun, vaktiyle Araplar bize kalleşlik yaptı diyerek.

Peki, hani nerede, Filistinlileri kurtaran Türk askerlerinin kahramanlıklarını anlatan “Madeni Kasırga” türü edebî eserler?

“Türk’ün gücü” dediğiniz neye yetiyormuş? Tekrarlayın bakayım! Kendi ülkende insan haklarını hiçe saymaya gelince uluslararası hukuku falan takmıyorsun da, niye İsrail devletine hot zot edemiyorsun? Ey şanlı diplomatlar, ey bu ülkenin büyük yalancıları, haydi çıkın, yüzünüz varsa iki laf edin. Bize dayılanmak kolay. Kapışırsak bütün devlet arkanızda. Haydi, durdurun bakayım İsrail Savunma Kuvvetleri denen, sizden çok daha organize, çok daha modernize, çok daha teorize örgütü. Ha?

Deneyemezsiniz bile. Siz, kıyımcıları şereflendirmekle, katliam suçlularını resmî televizyonunuza bilirkişi yapmakla, Hrant’ı öldürtenleri saklayıp korumakla uğraşın. Gücünüzün kime ve neye yettiğini böyle hatırlatırlar işte.

Bu ülkenin devletinin, eğer başka bir kafayla yönetilseydi, İsrail devletinin bütün bunları yapmasını önleyecek gücü olurdu. Tedavi olursak hâlâ mümkün. Bunu buraya yazıyorum ve imzalıyorum.

Başbakan da demiş ki: “Bize de ayıp ettiler.” Yaa, çok üzüldüm. Geçmiş olsun. “Dünyadan haberimiz yok” diyememiş belli ki.

İflah olmuyorum ve yine merak ediyorum: Bizim bu koskocaman ve her şeye kâdir devletimizin tepelerindeki birtakım insanlar böyle durumlarda ne düşünüyorlar? Valla şundan da eminim: Acaba şu insanları bu zulümden kurtaracak bir şey yapabilir miyiz, diye düşünen tek kişi çıkmaz onların arasından. Doğru ya; bize ne!

Dünyanın en güçlü ordularından birine sahipsin, nüfusun başlıbaşına bir etken, pekâlâ manevî etkin var bölgede, üstelik her fırsatta bunlarla övünüp şişiniyor, aile arasında esip savuruyorsun, sonra yanıbaşında biri gösteriyor sana, kimmiş buraların kralı.

Haydi aslanlar, haydi anca zayıfa karşı kolu kalkan milliyetçiler! Ağzınızın suyu akmıyor mu İsrail devletini izlerken? En azından devletin kapısına dikilin, “Onlar yapıyor, biz niye yapmıyoruz?” falan deyin. Şimdiye kadar dediklerinizin özü budur zaten.

Metal Fırtına
yazarlarından bekliyorum ben meselenin hallini.

İyi seneler.

Ümit Kıvanç - Taraf (31.12.2008)

25 Aralık 2008 Perşembe

Akıl Fikir Adası

ALEXIS AYAĞA KALKTIĞINDA...

If I do not burn
If you do not burn
If we do not burn
How will darkness come to light?
(Nazim Hikmet, “Like Kerem”)


“Ben yanmasam, sen yanmasan, bizler yanmasak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa” diyor Nazım, Kerem Gibi diyor. Yukarıdaki alıntıyı neden İngilizce yaptığım merak edilebilir. Alıntı Nazım'ın uluslararası bilinirliğinin, ortak paydayı bulma yeteneğinin bir göstergesi aslında. Aynı zamanda geçtiğimiz haftalarda Yunanistan'da başlayıp Avrupa başkentlerine yayılan başkaldırı dalgasına nasıl da uygun bir slogan haline geldiğini dörtlüğün bu harekete öncülük eden beyin takımının takipçilere seslendiği yayın organlarında sıkça kullanılmasından görebiliyoruz.

“Biz” demekle ne büyüklükte bir kitleyi kastettiğimi bilmiyorum şahsen, ama bizler, Türkiye’de yaşayan -özellikle üniversite öğrencisi- gençler olarak Atina sokaklarında başlayan bu hareketlenmeye kayıtsız kalamayız. Kısaca olayların geçmişini, bugününü ve geleceğe etkilerini şahin medyamızın yanlış aksettirdiği bilgileri birebir Yunanistan’dan gelen bilgilerle düzelterek anlatmaya çalışacağım birazdan. 15 yaşında polis kurşunuyla hayata gözlerini yuman Alexander Grigoropoulos isimli gençle başlayalım, bu yazıda O’ndan arkadaşlarının yaptığı gibi “Alexis” olarak bahsedeceğiz. Alexis, medyanın pek üstünde durmadığı yönüyle, arkadaşlarının tersine Yunanistan için varlıklı sayılabilecek bir ailenin tek oğluydu. İşadamı babası ve yine ticaretle uğraştığını öğrendiğim annesi, Alexis’in özel bir okulda okuduğunu üstüne basa basa belirtiyorlar. Yunanistan, vakıf üniversitelerinin kurulmasına izin verecek yasayı bile öğrenci protestoları yüzünden çıkaramamış bir ülke. Bu yüzden 15 yaşındaki Alexis’in özel bir liseden gelmesi O’nu genelde orta sınıf ve altı ailelere mensup “dava arkadaşları”nın yanında gerçekten “özel” yapıyor. Alexis, 6 Aralık 2008 günü akşam saatlerinde öğrenci protestolarına alışık olan Atina sokaklarından birinde ironik olarak meslektaşları arasında “Rambo” lakabına sahip bir polisin tek kurşunuyla can verdi. 7 Aralık Pazar, Alexis’in öldürüldüğü yer ve Atina’nın merkez noktalarından biri olan Eksharia semti için tarihi bir gündü. İki haftadan fazladır üzerinde konuştuğumuz eylemler bu noktada, hükümet ve polisinin hiç de beklemediği bir anda patlak verdi. 9 Aralık’ta 5 bin kişinin katılımıyla gerçekleşip daha büyük bir nefret dalgasına dönüşen cenaze törenine kadar geçen iki gün, olayların Atina dışına taşması için yeterli bir süreydi. Gerçek ismini yazıda kullanmamı istemeyen Feraios takma isimli bir öğrenci lideri bu süreç için “İnanılmaz günler yaşıyoruz..” diyordu, “Nereye doğru gittiğimizi harekete geçtikten sonra yeni yeni fark ediyoruz.” Feraios, takma ismini 1798 yılında öldürülen Yunan tarihçi ve devrimci yazar Rigas Feraios’tan alıyor, Atina Üniversitesi girişindeki heykeli protestocular tarafından bir şeyleri hatırlatırcasına işaretlenen yazardan…

Ülke içinde birdenbire yayılan olayların sınırları aşması çok gecikmedi tabi ki, doğu sınırı bu tür hareketlere kapalı olsa da batı sınırından dışarıya yayılan birlik ve isyan dalgası bütün Avrupa başkentlerinde –AB fonları kapsamında yurtdışında okumaya giden yoğun Yunan genç kitlesini de arkasına alarak- büyüdü. Genelde sinemaya gitmek yada “ortamın” nabzını tutmak için uğrak yerimiz olan güzide İstiklal Caddemiz’de onlarca polis tarafından özenle korunanı hariç, neredeyse bütün Avrupa metropollerindeki Yunan temsilcilikleri protestocu öğrenciler tarafından işgal edildi. Sonuçta işler iktidarda Kostas Karamanlis’in başbakanlığını yaptığı Yeni Demokratlar (Nea Demokratia) hükümetini olağanüstü hal hakkında konuşmaya götürecek kadar çığırından çıktı. Ülkemizde de bir muadili bulunan yılların değişmez muhalefeti “oğul” Papandreu da isyanları ülkeyi erken seçime götürmek için fırsat olarak değerlendirmek istiyor, belki de başaracak.

Peki sorun ne? Gerçekten Alexis’in polis kurşunuyla öldürülmesine mi bu öfke, yoksa ana akım medyanın iddia ettiği global ekonomik krize karşı “küçük ve abartılan bir kıvılcımla” alevlenen bir geri dönüş mü? Bu cevabı ararken Yunanistan’dan gelen gerçek seslere dönmek istiyorum. Kostas C. , Ege’nin küçük adalarından Syros’ta yaşayan, İskoçya’da kıt kanaat yapabildiği uzmanlığının ardından doktorluk mesleğini sürdürmek için yurduna geri dönen Yunanlı bir genç arkadaşım. AB şartlarında, örneğin İngiltere’de aylık 8000 pound’lara varan doktor maaşlarına karşılık Yunan hükümetinin Kostas’a sağladığı maaş bunun yarısına bile yetişemiyor. Atina’da okuduğu yıllarda şu an yaşananlara benzer birçok eyleme katıldığını söyleyen Kostas, Yunanistan’da gençlerin ekonomik öfkesini en iyi anlayan, eğitiminin ve emeğinin karşılığını refah bir yaşam olarak alamayan kesime mensup. 1981’de ağır şartlar kabul ederek Avrupa Birliği’ne tam üye olan Yunanistan, bu tarihten beri Avrupa geneline en çok öğrenci gönderen ülke konumunda. Sorun da tam burada başlıyor aslında, yurtdışına çıkıp Fransız ya da Alman akranları ile aynı şartlarda, aynı kalitede eğitim alan Yunan gençliği büyük umutlarla döndükleri evlerinde acı bir sürprizle karşılaşıyorlar; Fransa ve Almanya gibi devlerin yönettiği AB’nin zorlamalarla, sınırlamalarla, tarım kotalarıyla “kaliteli turizm” gibi romantik hedeflere yönlendirilen ülkelerinde bu eğitimin hiçbir işe yaramayacağı gerçeğiyle… Tatmin edici bir iş bulabilen şanslı kesimin dışında kalıp ilk şoku atlatabilen gençler piyasa tarafından ikinci bir şoka maruz bırakılıyor, Kostas’ın deyişiyle “700 Avro” şokuyla. Evet, “700 Avro Gençliği”, adını Yunanistan’da şu an geçerli olan 700 Avro’luk asgari ücret düzeyinden alıyor. Bu apaçık gerçeklik, Yunan gençliğinin yegane karamsarlık nedeni sayılıyor. Ancak ekonomik kriz fırtınasının estiği şu günlerde bahsettiğimiz olayların basitçe “krize isyan” olarak değerlendirilmesini ben de basitçe bir hakim medya oportunizmi olarak değerlendiriyorum. Bu değerlendirmeye yardımcı olması için sesini duyurmasını istediğim bir başka arkadaşıma, Eleni M.’ye dönmek gerek. “Tatil için mükemmel bir yer olduğu doğru ama politik cahilliğiyle, militarist ruhunun canlılığıyla, yetişkin kuşaklarının kör milliyetçiliğiyle ve devlete, dolayısıyla da polisine gösterilen sınırsız toleransıyla bu ülkeden nefret etme noktasındayım…” diyor Eleni. Aslında günlerdir evlerinin yüzünü görmeyip sokaklardaki akıntıya kapılan binlerce üniversiteli ve liselinin görmezden gelinen gerçek mesajını anlatmaya çalışıyor. “Ekonomik sıkıntıları bahane etmek çok kolay, Amerika işleri batırdıktan sonra bunları yaşamamız basına, liderlere ve az düşünüp çok konuşan muhafazakarlara isteyip de bulamayacakları bir bahane sundu. ‘700 Avro Kuşağı işte, kriz yüzünden gerilen bir kısım heyecanlı genç’ diye bahsediyorlar bizden. Ama işler öyle değil, gerçekten, bundan daha önemli kaygılarımız var 2009’a girerken..” diye devam ederken sözünü kesiyorum, “Ne yani, Yunan gençliğinin ekonomik sorunları olmadığını yada olmayacağını mı düşünüyorsun?” Cevap beni Yunanistan’da ve evet, Türkiye’de, devlet ve resmi kolluk kuvvetlerinin halk üzerinde kurduğu şiddetli baskı üzerinde bir daha düşünmeye itiyor: “Tabi ki ekonomik sorunlarımız var, her zaman vardı ve yine olacak. Eylemler maaşlarımızı da artırırsa ne ala… Ama şu an emin olmamız gereken, uğruna mücadele ettiğimiz şey, 700 yerine 7000 Avro kazanılan bir gelecekte Yunan çocuklarının neden yapıldığı belli olmayan savaşlarda ya da basitçe, vahşice, sokaklarda kuklalar tarafından öldürülmemesi. Gerçekten bize ait, yaşama hakkı olan bir Yunanistan istiyoruz. Bu evrensel bir dilek, bize benzeyen Türkiye gibi ülkeler için de geçerli.”

Son yıllardaki karnesine bakıldığında Yunan polisinin şiddet kullanımında görmezden gelinemez biçimde artan bir hız var. Türkiye adlı bir ülkeyi de hatırlatırcasına, Yunan televizyonlarında polisten dayak yiyen, işkenceye maruz bırakılan, “AB standartlarına aykırı biçimde kötü muamele” gören gençleri konu edinen haber sayısı giderek artıyor. Ayrıca Yunan gençlerinin hakkında sıkça şikayet edip defalarca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne götürdükleri bir konu da AB ülkeleri arasında zorunlu askerlik hizmetinin bulunduğu, hizmetini gerçekleştirmek istemeyenlerin yasal haklarının olmadığı tek ülkenin Yunanistan olması. Bütün bu gerçeklikler “sinir birikimi” yapan, patlamaya hazır gençliğin hissettiği gerginliğin en büyük nedeninin yaşanan küresel gelişmelerden çok ülke sınırları içinde iktidarın ve kamuoyunun büyük kısmının görmezden geldiği (ve kalben desteklediği) anti-demokrat/otoriter çizginin yükselişi olduğunu gösteriyor. Kostas, Eleni ve öğrenci lideri Feraios’un benzer cümlelerle üstünde durdukları bir nokta olaylara farklı gözle bakmayı gerektiriyor. Öyle ki, 3 genç de benim ısrarla üstünde durduğum “isyan” kelimesini düzelterek yaşananları daha çok -Eleni’nin sözleriyle- anne ve babasına çok kızgın olan küçük bir çocuğun uyarı amaçlı dikkat çekme hareketine benzetiyorlar. Bu çok manidar çünkü olayların çıkmasında sorumluluk hissedecek herkese ortak bir çözüm potası sunuyor. Sokaklarda günlerini geçiren gençler annelerine, babalarına, dedelerine, evde oturan arkadaşlarına ve toplumun bütün uyuyan kesimlerine bir mesaj vermek istiyor; bir bakıma “demokrasi” kavramını borçlu olduğumuz bir tarihi geçmişin çocukları, ellerindeki mirasa uygun olarak bütün bir toplumu kaosa değil, tam tersi çözüme davet ediyor. Karamanlis hükümeti ise pek nadir rastlanmayan vizyonsuz hamlelerle, mesela polis ve askere savaş dönemleri hariç tarih boyunca dokunulmaz olan Yunan üniversitelerine müdahale yetkisi verecek anayasa değişiklikleri ile umutsuzca sonuca ulaşma peşinde. 2008 yılını bitirirken evrensel bağlamda “ülkelerine kızgın gençler” için çok anlamlı ve ileride iyi hatırlanacak günler yaşıyoruz. Ancak endişeyle izlediğim kritik bir nokta var ki, o da esas dinlemesi gerekenlerin gençlere kulak vermeye henüz gönüllü olmaması. Bunun sonucunda bu tip süreçlerin daha ağır sonuçlar doğuracak şekilde herhangi bir Avrupa metropolünde belki de daha sık aralıklarla gerçekleşmeyeceğinin garantisini kimse veremez. Yazıya ilham veren değerli arkadaşlarım Kostas ve Eleni’ye, görüşlerini açıkça belirten Feraios’a buradan teşekkür ediyorum. Eskisi kadar yoğun olmamakla beraber özellikle Atina’daki eylemlerin ve üniversite işgallerinin 20.gününe girmek üzere olduğunu, Alexis’i vuran “Rambo” lakaplı polisin hala aileden ve kamuoyundan özür dilemeyi reddettiğini ve bu 20 gün boyunca polis ateşi ile birçok öğrencinin daha yaralandığını hatırlatmakta yarar var. Pek korkmuşa benzemiyorlar; ulusal andı “Eleftheria i Thanatos”, yani “Özgürlük yada Ölüm” olan bir ülkenin gençleri için şaşılacak bir durum olmasa gerek.

27 Kasım 2008 Perşembe

Akıl Fikir Adası

Bana Her Şeyi Anlat Mustafa


Uzun süre sonra buradayım, ama kısa giriyorum.

Olay başlıktan belli, Caddebostan Kültür Merkezi, bir süredir uzaktan gülümseyerek izlediğim “Mustafa” tartışmalarına dahil olabilmemi sağladı sonunda.


Çok kısa girdim, biraz geriye dönelim. Can Dündar, hani o insanları ağlatan Sarı Zeybek’i çektiğinde el üstünde tutulan, “ne kadar da objektif, gözlemci bir gazeteci, bravo” olan 1982 model gözlüklü abimiz; Mustafa’yı kurgularken filmi vizyona verdiğinde nelerle karşılaşacağından emindi, eminim. “Olsun, görelim tabu neymiş..” deyip devam etmiş, eh, tabu neymiş hep beraber gördük son 1 ayda. Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki, bir olay üstünde süren kısır tartışmalara bakıp, tartışmayı sürdüren ve tartışmadan uzak durup kenardan izleyen insanların profillerine dikkat edip, az da olsa kendimizin o olay üstünde nasıl düşüneceğini çıkarabiliyoruz. Bu insan bir akşam, bir İETT otobüsünde “30 yıllık öğretmenim ben, Atatürk’ü kısa boylu, yalnız, karanlıktan korkar halde gösteren filmi öğrencime nasıl öneririm” diyebiliyor yahut bir başkasını sokakta “demokrasi-geliyor”cu sözde liberal yazarlarımızın çok el üstünde tuttuğu o muhafazakar/ortanın sağının biraz köşesi/geçim dertlisi profili sergiler şekilde “Bak Atatürk dedikleri nasıl içkici, nasıl kadın düşkünü, nasıl da zıpçıktıymış, okulda anlatılanları dinlemek yok artık” diye çocuklarına nutuk atarken izleyebiliyoruz. Eh, bize kenardan gülümsemeye çalışmak kalıyor, ya çok biliyoruz ya da olan biten hakkında hiçbir fikrimiz yok.


Kendi fikir adacıklarıma geri dönüyorum, Mustafa Kemal Atatürk hakkında yapılmış kuşkusuz en iyi, en hassas, en ne yaptığını bilen işi izledim bu akşam CKM’de. 3 yaşında başladığım -bir devlet kurumuna ait olan- kreşin girişinde dünyanın en sert bakışlı adamı olarak tanıştığım Mustafa Kemal’i ilk kez bu kadar “bir şeyler yanlış gibi hissetmeden” tanıdım. Resmi ideolojinin soğuk eli 3 yaşında dokunmuştu ilk kez enseme, o günden beri ürperirim, o günden beri “doğru” hissi verecek gerçeklerden oluşan açılımların sıcaklığını zevkle kabul ederim.


Uzun uzun filmi anlatmayacağım tabi ki, ama bana verdiği hissiyatı bir şekilde aktarmam lazım buraya. Filmin yapmaya çalıştığı ve başarılı olduğu gibi yapalım o halde. Ben ülke kurtarmak için 3 metre olması şart olan Atatürk’ü değil, yan yana durduğumuzda benden kısa duracak da olsa kendi boyutlarında bir insan olan Mustafa Kemal’i tercih ediyorum. Hiçbir şeyden korkmadığı iddia edilen, kadına bile zaafı olmayan duygusuz bir askeri gerçekçi bulmuyorum. 5 yılda yüzyıllara sığmayacak devrimleri topluma kazıyan bir adamın içinde halka dikta etme duygusu olmayacağını iddia edemiyorum, bu sırada Mustafa anı defterlerini dolduruyor, ben kendimi doğruluyorum. Yatılı okulda parasız kaldığında anı defterinin başında ağlayan, İstanbul’a genç olarak ilk çıkışında şehir ışıklarına kapılan genç bir adamı çok daha iyi anlıyorum ben. Gittikçe mitleştirilen bir yarı tanrıdansa üstünde yaşadığım bu ülkeyi kuran, kendine ait bir hayat için de çabalayıp çoğu zaman başarısız olan, evet bazen tam bir kaybeden olan bu adamı Genelkurmay’ın hazırladığı tarih kitaplarında anlatılan paslanmaz çelik askerden daha çok seviyorum. Doğu cephesi yollarında tehcir trajedisiyle karşılaşan Mustafa Kemal’in kalbinin sızlaması ihtimalini bile çok önemsiyorum. Taraf’tan Yıldıray Oğur’un dediği gibi, ben de devlet baba’nın Mustafa’ya alternatif olarak hazırlattığı “insan olmayan Atatürk” belgeselini merakla bekliyorum şu andan itibaren.

22 Temmuz 2008 Salı

Geri Dönüşler Adası

Book 1,
Chapter I-The quality and the manner of life of the renowned Don Quixote de la Mancha.
II-Of Don Quixote's first Sally
III-An Account of the pleasant method taken by Don Quixote to be dubbed a Knight


7 Şubat 2008 Perşembe

Doğum Günü Adası '08

One Goal to Go. (19 is gay)

Genel olarak kendiminki de dahil olmak üzere doğum günü denen özel günleri pek kaale almayan ben, bugün nedense bir şeyler yazma ihtiyacı duydum. Bundan 19 yıl önce dünyaya geldikten sonra ilk çocuk paranoyası yaşayan ailem tarafından Körfez Savaşı bahanesiyle gönderilip bağlandığım İzmir’de kutladım 19. Yaşımı.

O çok beklediğin 18. yaş içinde ne değişti hayatında derseniz, göreceli cevaplar veririm. Zaten ‘2007’de ne olmuştu yahu?’ konulu bir önceki post’umda geçtiğimiz yıl içinde hayatımı nelerin etkilediğini anlattım yüzeysel olsa da, 18 yaşında olmanın ise barda cafede kimlik aramalarından tırsmama (çocuk muamelesinden kurtulma, çocuktuk lan) ve o kimliğin yanında bir de sürücü ehliyeti çıkartabilme dışında pek getirisi olmadı. Ancak şöyle şeyler oldu ki bu güne not düşmeden geçmeyeceğim:

18 yaşındayken;

-Hayatımda yaşadığımı düşündüğüm ilk aşkı bitirdim.

-Kalıcı sakal bırakma çalışmasına başladım, sürekli kesiyorum n’olucak lan bu böyle?Leonidas olacağıdık?

-Balıkesir Fen Lisesi’nden durup dururken mezun oldum, n’oldu ne bitti anlamış değilim.

-17 Haziran’da malum sınava girip datmin olamadım, yenisi varmış ona girmeye karar verdim.

-Baba ocağında sınava hazırlandığımdan, iyice Smyrna Boy oldum. İzmir güzel tabi, deniz,kızlar, jantlar hehehJ

-ZOR isimli metal müzik mecmuasındaki yazarlık macerama resmi olarak başladım.

-Yıllardır takip ettiğim Level, dergi rafımdaki yerini Oyungezer’e bıraktı. Hoş.

-ÖSS’den önceki 1 ay içinde İzmir Final’de, yazın Antalya’da, yeni öğretim döneminde yine İzmir Final’de bir dolu güzel insanla tanıştım. Bir de ZOR tayfası var ki, onlara hiçbirşey diyemiyorum, teker teker, *YOU ROCK!*

Evet azizler, olay budur. 2008’e giriş yazısında beklentilerden arınmış bir insan olacağımdan bahsetmiştim az biraz, bu durum bir süre daha devam edecek gibi. 19 yaşımın içinde malum sınavı bu sefer datmin edici bir şekilde atlatayım, sınavdan 5 gün sonra Hellfest ‘08 için Paris’e giden uçakta olayım, Fallout 3 Oblivion kopyası bir şey olarak çıkmasın istiyorum, birkaç özel isteğim daha var tabi bunları çıkışta konuşmak istiyorum Tanrı ile. (çıkış, yani exodus, lan?!)

Artık 19 yaşında olduğum bu günü beraber geçirdiğim özel insan, yıllar sonra karşıma “böh!” diyerek çıkıveren Ezgi’mden bahsetmeden olmaz. Geçen Mayıs’tan beri İzmir sınırları dahilinde geçirdiğim çok az günde bu kadar eğlendim, yıllar sonra bile aynı seviyede anlaşabilmemizin nedeni Pokemon değil Ezgi’cim emin ol:) İyi ki doğmuşum ulan dedirten insanlardan olduğun için sağol.


Son durum ve düşünceler; seneye bu zamanlar hala gezegen üstünde yürüyor olursam 20’li yaşlardan falan bahsetmem gerekecek. O yüzden “genç” olduğum bu günlerden o günlere şöyle sesleniyorum, “Don’t go down to sorrow!” Ve evet, 65daysofstatic eşliğinde yazıya nokta koyuyorum, Music is Music as Devices are Kisses is Everything.